Sık sık geldiğim Balkanlar’daki Mostar köprüsüne ne zaman çıksam aynı duyguya kapılıyorum. Birleştiren simge olduğu gibi ayıran simge de olabiliyor bu köprü. Neretva Nehri üzerine Mimar Sinan’ın öğrencisi mimar Hayreddin tarafından 16’ıncı yüzyılda inşa edilen köprünün 1993’teki iç savaşta bombardımandan yıkılması görsel hafızamızda hala çok canlı.
2000’lerde Türkiye’nin girişimleriyle aslına uygun olarak inşa edilen Mostar köprüsünün ruh medeniyetini simgelediğini düşünüyorum çoktandır. Peki ne var bu ruhta? Öncelikle gümbür gümbür akan nehirleri, yeşil coğrafyası ve dağlarıyla Balkanların bütün bir terkibi kuşkusuz.
Tabii siz bunu sadece coğrafi özellik olarak almayın. İnsan ruhunun bütün kıvrımları, ‘bal’ ve ‘kan’ özelliklerini koyun bu terkibe. Dağın bedene tekabül edişinden yola çıkarak hışırtıları, şırıltıları, engebeli yolları, yeşillikleri insan hakikatin bütününe uyarlayabilirsiniz.
***
Evet birleştiren ve ayıran köprü, tevhid hakikatinin mükemmel bir simgesidir bana göre. Belayı ve ikramı, celalini ve cemalini bir görmekle kamil bir bakışa yani tevhidi bir duruşa ulaşabiliyorsak, felsefi olarak değil ferdî ve toplumsal hayatta tevhidi yaşantılamalıyız. Ki kadavra medeniyeti seviyesinden yükselelim. Ruh medeniyeti kurulsun. Bunun ana maddesi aşk.
Orta Asya’dan Anadolu’ya, Balkanlar’a bu geniş gönül coğrafyasında yaşayanların mayasındaki tevhid kültürünün temelinde aşk erlerinin, hak erenlerin nefesi var. Hatta bu geniş coğrafyayı bir toprak parçası olmaktan çıkaran ve kocaman bir gönül kılan onların beklentisiz gönül elçileri olarak gerçekleştirdikleri ihya hareketidir.
Bir toprak parçasında kamil insan yetişirse artık coğrafyanın doğusu batısı kalmaz, o havzanın mayası tutmuş olur. İrfan ocaklarından aşk ve irfan havzalarından kasıt insanı kamilin yetişmesi olmalı. Bir çınar altında bin koyun otlar denir ya. İlla herkesin kamil insan olması değildir amaç, ki bu zaten imkansız. Ama bir arif ile bir veli ile bir toplum diriliyor, ayağa kalkıyor.
***
Balkanlar’da Nakşibendilik sempozyumu vesilesiyle (önceki yazımda anlatmıştım) geldiğimiz Saraybosna’da bizi buluşturanın bu gönül dostlarının canlı sözü olduğunu, elan o nefesi içine çektiğimizi bir kez daha gördüm. Buhara’dan Elmalı’ya, İstanbul’a, Saraybosna’ya gönül yolları döşeli. Fetih bitmez, tamamlanmaz, devam eder, çünkü gönül sevmeye devam ettikçe genişler, zamanları bugüne getirir.
Ruh medeniyetinin dirilişine ve kuşatılmasına giden süreçte Orta Asya’dan Balkanlara dek gelen aşk erlerinin rolüne değinirken acizane Emir Buhari’den bahsetmeye çalıştım. Nitekim Buhari bizzat Balkanlara dek gelmemiştir ama gönül ihyasında buradan oraya bütün bir tevhid havzasının ihyasında önemli bir rol oynamıştır.
Evet irfan havzalarının insanlığın ihyasındaki önemi coğrafi bir ölçü değil, tamamen toprakta mayalanan ruhtur. Zira: Mekanın ihyası ve fethi ancak insanla mümkün. İnsan inşasıyla. İnsanın inşası Buhari gibi aşk erlerinin nefesiyle gerçekleşiyor.
Emir Buharî Fatih döneminde Buhara’dan Anadolu’ya gelerek burada faaliyet gösteren bir mutasavvıf. İstanbul’da ilk Nakşibendi dergahını açan kişi. Mürşidi Molla İlahi, Vardar’a giderek Balkanların manevi hayatını ilk kurumsallaştıran kişi. Kütahya Simavlı. Emir Buhari ise mürşidi Abdullah-ı İlahi’den sonra Nakşibendiyye tarikatinin Anadolu’daki ikinci ismi.
***
Gece gündüz at üzerinde durmadan yollarda seyreden, bir bakıma ‘seyr ü süluk’unu at üzerinde insanlığın tekamülüne katkı yolunda çıkaran alperenlerin asıl hedefi belli bir zümreyi değil insanlığı tevhid bilincine ulaştırmak idi. Peki bunu nasıl başardılar? Bugün neden olmuyor?
Seyr ü süluk yoluyla irşad olmadan, gönül eğitiminden geçerek nefsini kamile makamına ulaştırmadan “ben bilirim” tekelciliğiyle dini tebliğ ederek ‘feth-i mubîn’in gerçekleşmeyeceğini biliyorlardı şüphesiz.
Vakıf insan yetiştirerek seyr ü süluk yoluyla eğitimden geçmeden beklentisiz gönül elçileri zuhur edemez. Bugün olduğu gibi insanlığı değil belli bir topluluğu (mesela kendi cemaatini) ihya etmeye yönelik menfaat odaklı faaliyetlerle kamil insan yetiştirmeyeceğini idrak etmemiz gerekiyor.
“Ben aşığım zat isterim, başkası benim neyime gerek” diye yazan Emir Buhari tasavvuf edebiya-tının da dikkate değer bir temsilcisi. Özellikle Yunus Emre’den izler taşıyan muhteşem şiirleri onun edebi yönünü yansıtıyor. Zaten onun gibi pek çok Nakşi şair de Ahmed Yesevî’nin, Yunus Emre’nin mısralarındaki ortak duyguyu canlandırmış, aşk ve irfanın Balkanlar’da makes bulmasında köprü olmuştur.
***
Bugün ruh medeniyetinin dirilişinde vakıf kültüründen vursak da vakfeden insan modelini bugünün bu sebeple hiç anlamıyoruz işte. Tarihi binaları restore edip cemaatlere vermekle vakıf kurulsa bile vakıf kültürü hakkıyla canlandırılmış olmuyor. Mütaahitlere para dökmekle de köprüler kurulmuş olmuyor.
İç savaş sırasında günlerce bombardımana direnen Mostar köprüsünün harcında Orta Asya’dan Balkanlara aksiyoner gönül elçilerinin nefesi var. Onlar bilgiyi sezgi düzeyinde sergilemezler, dönüştürürler. Çünkü yaşantıda tatbik ederler. Bu aksiyoner kimliğin temelinde sapasağlam bir niyet, sıddıkiyet vardır, i’la-yı kelimetullah’çı bir duruştur bu.
Orta Asya’dan Balkanlara şiirden mimariye bu ruh medeniyetinden bugün elan bahsedebiliyorsak ve her buluşmamızda bunun izlerini yakalayabiliyorsak: Ancak aşk ve irfan ehlinin nefesiyle sapasağlam duruyor gönül köprüleri. Ola ki idrak ederiz.
Yazar: Leyla İpekçi
Kaynak: yenisafak.com