Hüzünlü Bir Osmanlı Gelini Bosna

Hüzünlü Bir Osmanlı Gelini Bosna

Her seyahat öncesinde farklı mekân ve kültürleri tanımanın vereceği heyecanı yaşarız. Gördüğümüz kişi ve mekânları daha önceden gördüklerimizle mukayese eder, ortaklıklar ve zıtlıklarla ilgi kurarız. Seyahatler bizi sıradanlıktan kurtarır, hayatımıza hareket kazandırır. Gördüğümüz yerler ve tanıştığımız kişiler bizde izler bırakırken hatıralarla seyahatimizi sonlandırır ve her gezi sonunda kendimizi yenilenmiş hissederiz.

Bosna bir çok ülkeye göre bana farklı çağrışımlar yapıyordu. Bu ülkenin adını ilk kez çocukluğumda gurbetçi akrabalarımızın dilinden duyduğumu hatırlıyorum. O diyarlardan geçerken duydukları ezan sesi, camiler ve halkın konuştuğu Türkçe ve gösterdiği misafirperverlik Avrupa’nın ortasındaki bir ülke için onlara sıra dışı geliyordu. Bosnanın Avrupa’nın ortasında unuttuğumuz bir ülke olduğunu ben çok sonraları öğrenecektim.

Nisan 1992’de başlayıp 1995 yılı sonuna kadar devam eden üç buçuk yıllık savaş süresince televizyonlarımıza yansıyan katliam görüntüleri ile Bosna adı zihnimize hüzünle yerleşti. Sokaklarda koşuşturan insanlara acımasızca sıkılan kurşunlar, patlayan bombalar, parçalanan cesetler ve kanlar içinde çırpınan insanları ancak filmlerde görüyorken bu kez canlı bir hadiseye televizyon aracılığı ile şahit oluyorduk. Ve bu insanlar bizlerle tarihimizde kader birliği yapmış din kardeşlerimizdi. Zaman zaman savaşın yükselen tansiyonu, Bosna için toplanan yardımlar ve Bosna‘ya yakılan ağıtlar o tarihten aklımda yer eden karelerdi.
Yıllar sonra bu duygular içinde Bosna‘daki Türk Liselerinin mezuniyet töreni vesilesiyle Bosna’ya gidiyordum. Bir grup akademisyen arkadaşımızla uçak yolculuğu yapacaktık.

Bir ülkeye yolculuğa çıkmadan önce o belde ile ilgili birtakım bilgiler elde etmek seyahati daha faydalı hale getireceği için yola çıkmadan önce Bosna ile ilgili şu bilgilere eriştim:

Kültürlerin buluştuğu yer: Bosna

Bosna kelimesi, Sava nehrine dökülen Bosna suyundan gelir. Hersek ise adını ortaçağ sonlarında burada kurulan Hercegovina Dukalığı’ndan alır. Bosna-Hersek Avrupa kıtasının güneybatı, Balkan yarımadasının ise kuzeybatı köşesinde yer alır. Kuzey ve batıda Hırvatistan, doğuda Sırbistan, güneydoğuda ise Karadağ tarafından çevrelenmiştir.
Bosna’nın Osmanlı yönetimine geçmesinden önce buralara gelen alperenler Bogomil mezhebine bağlı Hıristiyanlarla diyalog kurarak İslâm’ı temsil ve tebliğ ederler. Bogomil mezhebi, tek Allah akidesine mensup bir Hıristiyanlık mezhebidir. Boşnaklar kendi akidelerinin İslâm dini akidesiyle örtüştüğünü görürler. Boşnak din adamları Fatih Sultan Mehmedin din alimleriyle görüşerek Müslüman olmak istediklerini bildirirler. Sultanın talimatıyla Jajçe şehrinde düzenlenen büyük bir merasimde Fatih, o gün Müslüman olan Boşnaklar’a “dileyin benden ne dilerseniz” der. Boşnaklar da Sultan’dan iki dilekte bulunurlar. Birinci dilekleri çocuklarının İstanbul’da eğitim görmeleri, ikinci istekleri ise Bosna’da toprak düzeninin değiştirilmemesidir. Sultan, Boşnakların her iki dileğini de kabul eder. Boşnaklar Osmanlı devletine sadık bir millet olup çok sayıda devlet adamı, paşa ve bilim adamı çıkarırlar. Bunlardan en önemlileri Osmanlı Devleti’nde beş kez sadrâzamlığa getirilen Hersekzade Ahmed Paşa, üç kez sadrazâmlık yapan Damad İbrahim Paşa ve bir dönemde iz bırakmış Sokullu Mehmed Paşa.
Boşnak dili aslında Sırp-Hırvat dilinin bir ‘ağzı’ durumunda. İslâmî tabir ve istılâhların girmesiyle zenginleşmiş. Osmanlı döneminde dile girmiş olan Türkçe, Arapça, Farsça kelimelerin etkisi ve yoğunluğu var. Bugün Boşnakça ile Türkçe arasında yaklaşık 2000 kadar ortak sözcük olduğu söyleniyor.

Bosnalıların Üç Babası

Akşam geç saatlerde Bosna’ya indik. Doğrudan otellerimize giderek yerleştik. Ertesi gün grup için hazırlanan otobüsle seyahatimiz başladı. İlk izlenimim, Bosna’ya yeşilin alabildiğine hakim olmasıydı. Bu hâliyle Bosna, Karadeniz bölgemize çok benziyor. Şehir dışındaki otelimizden merkeze doğru yaklaşırken gördüğümüz minareler, Avrupa’nın ortasındaki bu ülkenin Müslümanlığı’na şehadet edercesine yükseliyordu. Bosna caddelerinde dolaşırken bombalardan tahrif olmuş binaları, duvarlardaki kurşun izlerini ürpererek görüyoruz. Az sonra “Baş çarşı” civarındayız. Burada camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, bedestenler bize çok aşina geliyor. Savaşın korkunç izlerini taşıyan Bosna’da iki ayrı mimari gözümüze çarpıyor. Birincisi Osmanlı mimarisi. Bu mimari de bize çok tanıdık. Sanki bir Anadolu şehrinde dolaşıyor gibi hissediyoruz. Çarşı ve pazarlar da aynı mimari anlayışla şekillenmiş. Saraybosna’da Gazi Hüsrev Bey Camii ve Medresesi bu muhteşem Osmanlı mimarisinin örneği. Caminin içini gezdikten sonra bahçede bulunan Gazi Hüsrev Bey’in türbesini ziyaret ediyoruz.

Rehberimizin verdiğe bilgiye göre Bosna halkı kaderlerinde önemli rol oynayan üç kişiyi baba olarak anıyorlarmış. Bunlardan ilki Bosna’yı fetheden Fatih Sultan Mehmed, ikincisi ise Bosna sancakbeyliğinde bulunan yoğun fetih ve gaza faaliyetlerinin yanında, Saraybosna ve çevresinin İslâmlaşmasında çok önemli rol oynayan dinî, ticari ve kültürel binalar yaptıran Gazi Hüsrev Paşa, üçüncüsü de Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç.

Caddelerde gördüğümüz farklı yapılar ise Avusturya-Macaristan mimari tarzıyla yapılmış. Bütün bu yapılar belli alanlarda kümelendiklerinden birbirleriyle mukayese imkânı olabiliyor. Hüsrev Paşa Camii yanındaki küçük kahvehanelerde Bosnalılara has fincanlarla kahvemizi yudumlarken sohbet ettiğimiz mekân sahibi kendine has Türkçesiyle Türklere olan muhabbetini dile getiriyor. Burada kahve birer kişilik bakır veya sarı tepsilerde, herkese ayrı küçük bir cezve ve sapsız fincanlarla geliyor. Şekerini sormuyorlar, çünkü içine atılmıyor, yanına konuyor ve genelde lokumla beraber ikrâm ediliyor.

Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç

Bosna’da savaşın izlerini taşıyan binalar arasında dolaşıyoruz. Bosna’da bizi etkileyen en önemli şeylerden birisi de mahalle aralarında sık sık rastladığımız şehit mezarları. Savaşta iki yüz binden fazla kişi şehit olmuş. Ayrıca binlerce kişi kayıp. Şiddetli savaş sonrası şehit olanlar için mezar yeri bulmak ayrı bir sıkıntı olmuş. Bir çok alan kabristana dönüştürülmüş. Bazı camilerin savaş sonrasında yıkılmış minareleri hâlâ onarılmamış. Savaşın acı hatırasını canlı tutmak için belki de özellikle onarılmıyor. Edindiğimiz bilgiye göre savaş sonrasında halkın dinî hassasiyetinde ciddi artışlar olmuş. Uzun yürüyüşümüz sonrasında adı Bosna ile özdeşlenen Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in de kabrinin bulunduğu bir şehit mezarına ulaşıyoruz. Rehberimizin verdiği bilgilerle onu biraz daha yakından tanıyoruz:

Aliya İzzebegoviç‘in aynı adı taşıyan dedesi, Üsküdar’da askerlik yaparken tanıştığı Türk kızı Sıdıka Hanım ile evlenmiş. Dede İzzetbegoviç, Sıdıka Hanım ile evlendikten sonra Şamats’a geri dönmüş. Bu evlilikten beş erkek çocukları dünyaya gelmiş. Aliya’nın babası Mustafa da Şamats’ta doğmuş. Dinî terbiyesini, önce ailesinden, özellikle de annesinden aldığını söyleyen Aliya İzzetbegoviç, hatıralarında, altı yaşındayken Kur’an kursuna başladığını ve çocuk olmasına rağmen sabah namazlarını camide kıldığını anlatır. Mahalle camisindeki sabah namazlarını ve hocanın okuduğu Rahman suresini unutamadığını söyleyen İzzetbegoviç, henüz on altı yaşında iken ‘Genç Müslümanlar Örgütü’ne üye olduğundan dolayı hapse atılır. Aydın bir insan olan İzzetbegoviç “İslâm Bildirisi” (manifestosu) ile “Doğu ile Batı Arasında İslâm” adlı eserleriyle de görüşlerini dile getirmiştir. Emeklilik maaşıyla geçinen Aliya, geride kalanlara servet olarak mal-mülkten ziyade, hürriyet bırakan bir lider olarak dünyadan ayrılmıştır. “Aliya İzzetbegoviç en zor şartlarda dahi adalet ve hoşgörüyü elden bırakmamış. Kimseden nefret etmediğini söyleyen Aliya: Bizler özgürlük için mücadele eden, kimseden nefret etmeyen bir halkız. Kısmen cesaretimiz, kısmen de bilgeliğimiz ve iyiliğe yönelmemiz suretiyle amacımıza ulaşmak isteyen insanlarız. İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İnanın bana, tüm bu acı tecrübelerden sonra dahi insanlardan nefret etmiyorum. Her şeyin güzel neticeleneceğine ve bu cehennemden bir çıkış olduğuna dair ümit etmemi sağlayan şey budur işte, sözleriyle hoşgörüsünü dile getirmiş.”

Onu ölümünden önce son ziyaret eden devlet adamının Recep Tayyip Erdoğan olduğunu öğreniyoruz. Kendisi Başbakan’a Bosna’yı Türkiye’ye emanet ettiğini söylemiş. Ölümüne yakın kendisine büyük bir anıt mezar inşa edileceğini öğrenen İzzetbegoviç buna karşı çıkarak “Yaşarken arkadaşlarımla birlikte oldum onlarla omuz omuza savaştım, öldükten sonra da onlarla birlikte olmak istiyorum” diyerek herhangi bir şehit mezarlığına gömülmeyi vasiyet etmiş. Vasiyeti yerine getirilen Aliya İzzetbegoviç’i bir şehit mezarlığı içinde şehitlerin arasındaki mütevazı kabrini ziyaret ettik. Boşnak askerler devamlı mezarı başında nöbet tutuyorlar. Yapılan dualar sonrasında buradan ayrılıyoruz.

Sarı Saltuk’un dervişleri

Öğle yemeği için yeşilliklerin arasından yol ala ala kayalıkların arasından doğan, adeta fışkıran büyük bir şelalenin yanında Balagay’daki Alperenler Tekkesi’ne ulaşıyoruz. Burasının Sarı Saltuk’un makamlarından birisi olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca burada Açıkbaş namında bir Sarı Saltuk dervişinin türbesi de bulunuyor. Burası ‘maddi fetihten önce gönüllerdeki fethi’ gerçekleştirmek için gelmiş Anadolu erenlerinin bir mekânı.

Tarihe tanıklık eden bu tekkede sedirler ve kilimler üstünde lokumlu çaylarımızı huzur içinde yudumlarken kulağımıza gelen ilahi sesleri ile tekkenin eski günleri gözümüzde hayal ediyoruz. Coşkun akan buz gibi ırmağın suyundan alınan abdestlerle kılınan namaz sonrasında okunan Kur’an-ı Kerimler ve dualarla alperenleri yad ediyoruz.

Savaşın Kaderini Değiştiren Tünel

Ertesi gün kafilemizle birlikte Bosna sokaklarında ilerleyerek avlulu bir eve geliyoruz. Rehberimizin verdiğe bilgiye göre; Bosna savaş sırasında kuşatıldığında Boşnakların dışarısı ile bağlantısı kesilir. Havaalanı dışında başka çıkış yeri yoktur. Birleşmiş Milletlerin kontrolü altındaki havaalanı ise güvenli bölge ilan edilir. Buradan da tarafsızlık anlayışıyla giriş çıkış yasaktır. Bu çaresizlik içinde Boşnakların aklına bir fikir gelir. Açacakları bir tünelle havaalanının altından karşıya geçerek kuşatmayı delmeyi düşünürler. Tünelin başlangıcı için en uygun yer bugün 74 yaşında olan Kalar Şida Hanım’ın evidir.

Şimdi müzeye dönüştürülen bu evde bizi karşılayan beyaz başörtüsüyle, nur yüzlü bu ninemiz tünel çalışmaları sırasında da çevredekilerin şüphelenmemeleri için evini terk etmemiş. Büyük bir gizlilik içinde yaklasık 20 günde tamamlanan 800 metre uzunluğunda 1 metre 60 santim boyunda ve 1 metre genişliğindeki bu tünel Boşnaklara adeta nefes aldırır ve savaşın makus talihini değiştirir. Bu tünel vasıtasıyla Boşnaklara gönüllü, silah, ve erzak girişi sağlanmış olur. Bu yardımlarla direniş kırılır, savaşın seyri değişir. Boşnakların tam bir galibiyete ulaşma imkânı doğar. Durumu hisseden Birleşmiş Milletler araya girerek savaşı bitirir.
Bugün Ilıca semtindeki 2 katlı mütevazı evinin bahçesindeki tünel girişinde, kullanılan kalas, raylar vb. askerî malzemeler sergileniyor. Ayrıca videodan tünelin savaşta nasıl kullanıldığını gösteren ve tünelde çekilmiş görüntüler ziyaretçilere aktarılıyor. Buradaki tünele girerek bir müddet ilerliyoruz. Kurtuluş savaşında Anadoludaki kınalı elli kahraman kadınlarımızı hatırlatan Kalar Şida ninemizle hatıra fotoğrafları çektirerek buradan da ayrılıyoruz.

Mostar-Taş kesilmiş Ay

Bosna’yla özdeşleşmiş Mostar Köprüsünü ziyaret etmek için yola çıktık. Neretva Çayı üzerindeki Boşnakların ‘Eski Köprü’ (Stari Most) diye adlandırdıkları bu köprünün yapımına, Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanıyla 1557’de başlanmış. Köprüyü, Mimar Sinan’ın öğrencisi Hayreddin inşa etmiş. Kemer formatındaki köprü, kesme taşlarla inşa edilmiş ve dokuz yılda tamamlanmış. Kentin erkekleri, nişanlılarına cesaretlerini kanıtlamak için düğün öncesinde köprüden Neretva nehrine atlarlarmış. Bugün ise para karşılığı bu gösteriyi yapan delikanlılar var. Bosna savaşı sırasında, 1993’te Hırvatlar tarafından bombalanarak yıkılan tarihî Mostar Köprüsü on ülkenin katkıları ile yeniden restore edilmiş. Kemerde 456 adet kesme taş kullanılmış. İki yakasına kuleler inşa edilmiş. 20 metre yüksekliğindeki köprü, 28.6 metrelik ayak açıklığıyla yirminci yüzyıla kadar Avrupa’nın ‘açıklığı en uzun’ köprüsü unvanını taşımış. Mostar Köprüsü, 2005 yılında Dünya Miras Listesi’ne eklenmiş. Bir hilali andıran köprü Osmanlının şahsında bir sembol hâline gelmiş. Köprünün restore edilerek yeniden hizmete açılması halkı çok memnun etmiş. Mostar’a gittiğimizde günlerden cumaydı. Cuma namazını savaşın korkunç izlerini taşıyan bu tarihi mekânda huzur içinde eda ettik.

Türk Liselerinin Mezuniyet Coşkusu

Asyadan Afrikaya, Uzak Doğu’dan Balkanlar’a oradan Avrupa’ya, Amerika’ya kadar efsane olan Türk okulları Bosna’da da aynı heyecan ve başarıyla eğitim hizmeti veriyor. Rehberimizin ifade ettiğine gore Bosnalılar, Osmanlılara kendilerini savaşmadan bıraktıklarından dolayı kırgınlarmış. “Bizi buralarda unutup gittiler” diye sitem ediyorlarmış. Buradaki Türk okulları adeta unutulmadıklarını gösteren bir vefa nişanesiydi. Bugün Osmanlının torunları birçok ülkede olduğu gibi onlara eğitim hizmeti vermek için gelmişlerdi. Burada diyalog, hoşgörü ve evrensel barış adına her etnik gruptan öğrenci okula kabul ediliyor. Birbiriyle savaşan etnik kökenli bu halklar arasında böylece barış köprüleri oluşturuluyor.

Akşam Türk Liselerinin mezuniyet programını izlemek üzere kapalı spor salonunda yerimizi aldık. Okullar burada açılalı on yıl olmuş. Okul açmak için ilk gelenler savaş devam ederken savaşın kaderini değiştiren o meşhur tünelden zorluklarla geçerek gelmişler. Girişte kendilerinin mücahit gönüllüler olduğunu düşünen Bosnalılara “evet mücahidiz” diyen üç kişiden oluşan Türk grubu Bosnalılar ellerine silah verdiğinde “biz kalem mücahidiyiz” diyerek niyetlerinin okul açmak olduğunu belirtmişler. Yapılan görüşmeler sonrasında okul açmak için imkâlar sağlanmış.

Bu güç şartlarda açılan okul bugün onuncu yılını da kutlamaktaydı. Açılışta çoğunluğunu Boşnak öğrencilerinin oluşturduğu yabancı uyruklu öğrencilerle İstiklal Marşımızı söyledik. Bu okullar Türkiyemizin itibarı ve Dünya’ya açılan önemli bir penceresi olarak büyük görevler üstleniyor. Bosna’da üç ayrı toplum bulunduğu ve bunların aralarında büyük bir savaş olduğu için milli marşlarının sözleri yok. Bu yüzden millî marşları sadece bir ezgiden ibaret. Salonda veliler dışında Türkiye’nin değişik yerlerinden gelen kalabalık bir topluluk da vardı. Öğrenciler şiirleri ve gösterileriyle izleyenlere duygulu anlar yaşattılar. Özellikle programda yer alan iki gösteri dinleyicileri etkilemişti.

İlkinde Boşnak mezunlardan beş öğrenci sahneye geldi. Her biri İstiklal Marşımızın ilk iki kıtasını sırasıyla ezbere okudular. Şiiri o kadar hissederek okuyorlardı ki o samimiyet bütün salona yayılıyordu. İstiklal marşının sözlerini Bosna’da Boşnak gençlerin dilinden heyecanla dinlerken şiirin sanki onlar için yazılmış olduğunu hissettim. Şiirin sözleri Bosna halkının yaşadıkları ve inandıkları ile bire bir örtüşüyordu. Boşnak gençler de belki bu yüzden biraz da millî marşlarının sözleri olamayışının verdiği ıstırapla bu şiire sahipleniyorlardı. Akif’in ruhu hakikaten o gece şad olmuştur. Gençler jest ve mimikleriyle güçlü sesleriyle şiiri okurlarken salondaki birçok kişi gözyaşlarını tutamıyordu. Daha sonra bu programı değerlendirirken bir çok hocamız hayatında hiç bu kadar hislenmediklerini ifade ettiler. Gezimizde bulunan Türkmenistan’dan Naz Atabay adlı hocamız şiirin güzelliği karşısında duyduğu hayranlığı ifade ederek en kısa zamanda bu şiirin tamamını ezberleyeceğini söyledi.

İzleyenlerin etkilendiği ikinci gösteri ise Boşnak bir kız öğrencinin seslendirdiği “Sen Gelmez Oldun” adlı hasret işleyen bir Azeri parçaydı. Bu öğrenci de pürüzsüz Türkçesi ve güzel sesiyle içten bir şekilde parçayı seslendiriyordu: “Biz bu sonbaharda buluşacaktık/ Bahar geldi geçti sen gelmez oldun…/ Kulağım kapıda ses vermez oldun/ Aylar geldi geçti sen gelmez oldun …” İzleyenleri bu türkü ile birlikte heyecanlandıran sahnedeki dev sinevizyondan bu okulların açılmasında fikir mimarlığı yapan bugün uzaklarda yaşayan aşina bir çehrenin zaman zaman sonbahar yaprakları arasındaki mahzun duruşuyla ekrana yansımasıydı. Yaşanan duygulu anlardan sonrası mezun gençlerin sevinçleriyle program bitti.

Müziğin evrenselliği- Sultan Fatih Mehmed Korosu

Programızda olmasına rağmen vezirler şehri Travnik’i ziyaret edemedik. Onun yerine programa sürpriz bir ilave yapılmıştı. Herkes bu sürprizi merak içindeydi. Hazırlanan salonda yerlerimizi aldık. Bir müddet sonra karşımızda bir koro belirdi. Çocuklar günlük kıyafetleri içindeydiler. Koroyu Boşnak, Hırvat ve Sırp çocuklar oluşturuyor. Az sonra da koro şefi Mehmet Bayraktareviç alkışlarla sahneye geldi. Mehmet Bey konser öncesi yaptığı açıklamada bizimle birlikte salonda bulunan Gazianteplilerin anısına bu konseri vermek için geldiğini belirterek gerekçesini açıkladı. Kendileri Gaziantep’i de içine alan bir konser programlamışlar fakat yorucu geçen konser turnesi sonrasında çocukların da rahatsızlığı dolayısı ile Gaziantep konserini iptal etmek zorunda kalmışlar. Mehmet Bey Gaziantep’ten kalabalık bir grubun Saraybosna’ya geldiğini duyunca hemen çocukları toplayıp bu konseri organize etmiş.
Mehmet Bey konuşmasında hangi dinden olursa olsun kendi inancını yaşamasına izin verdiği için koroya Fatih Sultan Mehmed’in adını verdiklerini söyleyerek Bosna fethinden sonra onun yayınladığı fermandan bahsederek bu fermanı okudu:

‘Ben ki Sultân Mehmed Hanım. Cümle avâm ve havâssa ma’lûm ola ki, işbu dârendegân-ı fermân-ı hümâyûn Bosna ruhbânlarına mezîd-i inâyetim zuhûra gelüp buyurdum ki, mezbûrlara ve kiliselerine kimse mâni’ ve müzâhim olmayıp ihtiyâtsız memleketimde duralar. Ve kaçup gidenler dahi emn ü emânda olalar. Gelip bizim hâssa memleketimizde havfsiz sâkin olup kiliselerine mütemekkin olalar. Ve yüce hazretimden ve vezîrlerimden ve kullarımdan ve reâyalarımdan ve cemi’-i memleketim halkından kimse mezbûrelere dahl ve ta’arrûz edip incitmeyeler, kendülere ve cânlarına ve mâllarına ve kiliselerine ve dahi yabandan hâssa memleketimize âdem gelirler ise yemin-i mugallaza ederim ki yeri, göğü yaratan Perverdigâr hakkıçün ve Mushaf hakkıçün ulu Peygamberimiz hakkıçün ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkıçün ve kuşandığım kılıç hakkıçün bu yazılanlara hiç bir fert muhâlefet etmeye. Mâdâm ki bunlar benim emrime mutî’ u münkâd olalar. Şöyle bilesiz’ Bu fermanın gereği bölgedeki Hıristiyanlar tam bir hürriyet ortamı içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.

Konser de Türkçe, Arapça, Boşnakça ilahiler farklı dinlere mensup gençler tarafından aşkla seslendirildi. Daha önce İstanbul’da bu koroyu dinlemiş olmama rağmen öncesine oranla daha çok haz aldım.

Konserin arasında Koro Şefi Mehmet Bey elinde bir ney ile sahneye gelerek bize şu açıklamayı yaptı:
– Bu topraklarda uzun bir süre ney sesi dinlendi. Ama sonradan biz ney sesine hasret kaldık ve
ney bize yabancı oldu. Bursa konserimiz sırasında koromuzdan bir elemanımız bu neyi görerek almış ve yaklaşık iki yıldır üfleyerek neyden ses çıkarmayı başardı. Bu arkadaşımız bir hanımdı.
Alkışlar içinde sahneye gelen Mehmed Bey:
-Şimdi bizim hasret kaldığımız ney sesi ile sizin de hasret olduğunuz sesi yan yana getireceğiz, bakalım beğenecek misiniz?
Salondaki sessizliği Hanım neyzenin neyinden çıkan nağmeler bozarken fondan da “Bu da benim düğünüm olsun” adlı şiir Kırık Mızrap şairinin dokunaklı sesinden yükselmeye başladı. Bu iki hasret sesin yan yana gelişi salondakileri epeyce hislendirdi.
Konser sonunda herkes koroyu uzun süre ayakta alkışlayarak takdirlerini ifade ettiler.
Bu konser Bosna seyahatimizin hitam-ı miski olmuştu.
Bosna’dan bu duygularla ayrılırken geleceğin Bosna’sını savaşın, kinin unutulduğu, evrensel değerlerin öne çıktığı bir iklimin kuşatmasını diliyor, bu iklimi mayalacak en etkili oluşumun ise buradaki Türk Liselerinden mezun olan gençler olacağını düşünüyorum.

Hüseyin ÖZCAN

Comments are closed.