Bosna’nın o zamansız suyundan içene neler olur neler!

Bosna’nın o zamansız suyundan içene neler olur neler!

Beni en çok etkileyen güzelliklerden biri, uyuma lüksü olmadığının idrakine ermiş bilinçler oldu aslında. “Nefes” adlı filmde, nöbette uyuyan askerini “Uyursan ölürsün!” cümlesiyle sarsan o meşhur komutan düştü gözlerimin önüne ve “İşte orası, burası!” dedim kendi kendime. Daha da önemlisi, “Ey Müslümanlar! Uyanın ve çalışın!” diyen Aliya’nın izini süren gerçek insanlar tanıdım, onurlandım. Aliya üzerine yaptığı doktora teziyle Bosna’nın daha da yakından tanıdığı Doç. Dr. Admir Mulaosmanoviç onlardan biri mesela. Yaşamı hem aksiyon, hem de entelektüel kazı ile beraber yoğrulmuş diri bir ruh ve“Uyumaya vaktimiz yok artık!” diyenlerden, gözünü o gerçek ufka dikenlerden.

Lise dönemlerindeki tarih derslerinden kulağımızda kalan bir ülke miydi Bosna-Hersek? Osmanlı’nın ağır kayıplar verdiği yıllara ait, ezberlenmesi gereken sıkıcı birer anlaşma maddesi miydi? Yoksa 90’lı yılların başında bizi acı çığlıklarla kendimize getiren büyük bir ayet miydi o? Hangisiydi Bosna? Neremizdeydi, kimimizdi, neyimiz olurdu? Bu sorulara yanıt aramaya başlamam, yazık ki çok geç oldu benim! Yaklaşık yedi yıl önce, Alev Alatlı Hocamın romanlarında geçen “mağdurlar” kavramından hareketle, dünya coğrafyasında dönen kirli dolaplara yönelik yaptığımız bireysel bir araştırmada karşılaştım onunla, ilk kez o gün burun buruna geldim. Zira binlerce Boşnak’ın, dünyanın gözü önünde “imha edilmek zorunda olunan vebalı hayvanlar” gibi öldürüldüğü o yıllarda liseli bir gençtim ben. Ergenliğin varoluşsal buhranları ve kendi ailevî sorunlarıyla boğuşan, çoğunlukla kitaplara kaçan, kemâlat adına henüz yolun başında olan bir genç… Tabiî ben kâmil değildim, ama ülkem de öyleydi benim. Aslî parçalarından ayrı düşmüş, zihni ve ruhu büsbütün dağılmış, tarihî hafızasını tamamen yitirmiş, nereden gelip nereye gittiğini unutmuş, yaklaşık yüz yıllık Cumhuriyet tarihinin içine sıkışıp kalmış, kafasını kaldırıp aslî kodlarına güvenle bakamamış bir haldeydi o da ve benden çok da farkı yoktu aslında. İşte bunun içindir ki, 1990’lı yılların başında Boşnak kardeşlerimiz bize doğru bakıp çığlık atarken, can kulağımızın üzerine ustaca örülen o derin ağdan duyamadık onları, ellerinden tutamadık. Profesyonel eller öz gemimizi otomatik pilota almış, istedikleri yere götürüyorlardı bizi ve bizim de farklı bir önerimiz yoktu doğrusu. Zira “kutsal koordinatlar”ı yitirmiştik, dipsiz bir savruluştaydık. Ve yıllar sonra bir gün, Hasan Nuhanoviç’in hikâyesiyle tanıştım.

 Dev bir trajedi ve bir buluşma duası

Dünya mağdurlarına yönelik yaptığımız bireysel araştırma, Bosna’daki “Srebrenitsa Katliamı”nda devasa bir trajediyi omuzlamak zorunda kalan o güzel insanla karşılaştırmıştı bizi: Hasan Nuhanoviç… Bir Bosna mağduruydu o! “Mağdur” kelimesinin, yaşadığı o akıl almaz halin yanında çok kuru, anlamsız ve oldukça sönük bir ifade olarak kaldığı sarsıcı bir ayet; insanlığa çok ciddî bir şok yaşatabilecek son derece silkeleyici bir işaret… Ve psikolojimi bozan, beni solukladığım matrix yaşantısından alıp hızla hakikate kılavuzlayan çok zorlayıcı bir başlangıç oldu bu hikâye. O denli derûnuma nüfuz etti ve salladı ki beni, o hüzünlü başlangıçtan itibaren “Bosna” denildikçe kalbimin tam ortasına dev bir yumruk inmeye başladı artık. İçime içime işleyen, gittikçe kalıcı bir sızıya dönüşen ve çok hikmetli bir yumruk… Ve Bosna’ya olan platonik aşkım, işte o gün başladı!

Hasan Nuhanoviç’in akıl ve vicdan hudutlarımı zorlayan trajedisi, Birleşmiş Milletler Kampı’nda ailesi gözlerinin önünde Sırp askerlerine teslim edilirken onlara verdiği söz gereği adeta kendini hayatta kalmaya zorlaması ve peş peşe omuzlamak zorunda kaldığı onca şok edici hal öyle acıttı ki beni, “Rabbim! Nasıl olur bilmem, ama bir gün bu güzel insanla yollarımızı kesiştir; bu hayata nasıl bir güçle devam ettiğini anlamak istediğim gözlerine bir kez olsun bakayım ve onu anlayan, hisseden insanların olduğunu acı bir tebessümle de olsa anlatayım” dedim kendi kendime. Ve içimde, bir gün bir şekilde karşılaşıp halleşebileceğimize dair çok net bir his oluştu birçok insan gibi artık Amerika’da yaşıyor olduğunu sanmama rağmen. Sonrasında anî bir davetle Bosna’ya gidiş ve Saraybosna’da olabileceğine ihtimal vermediğim bir zaman diliminde kendisiyle bir araya geliş… Bosna açılımının bendeki ilk bireysel yansısı, “parçaların tamamlanması” yani… Bir zaman, bir yerde ekilen has tohumların illa ki bir noktada ses vereceğine dair kuvvetli bir güven hissi, bir doğrulanma, bir “Başıboş değilsin!” mesajı…

Onun için güzel insan Velma Sariç’le soykırım araştırmaları üzerine yaptığımız o ilk günkü söyleşimizde sözü Nuhanoviç’e getirmem ve ansızın yakın dost ve çalışma arkadaşı olduklarını öğrenerek inanılmaz mutlu olmam, Bosna’nın ilk özel sürpriziydi bana. Sonrası ise ağırlık, mesuliyet, gözyaşı, tetiklenme ve söz verme…

Bosna Kalesi’nin tarihî burçları: Aliya, Mladi Müslümani ve Merhamet

Bosna dosyasını açar açmaz bu üç kelimenin Bosna’nın üç ana kolonu olduğunu görmeniz fazla zaman almıyor doğrusu. “Bilge Kral, Genç Müslümanlar ve Merhamet Teşkilatı”… Bosna direnişinin aslî mimarları, o mağrur ve cesur kaleyi ayakta tutan omurganın en güçlü parçaları. Nice ateş çemberinin içinden onurla geçen Bosna Kalesi’nin o tarihî burçları…

Üzerlerinde birer madalya gibi taşıdıkları kurşun izlerinin o evrensel dili aracılığıyla ilk sohbeti yaptığımız binalardan, havaalanı yolunda karşımıza çıkan o ilk şahitlerden sonra hızlıca Başçarşı’dan geçip şehitliğe gitmek ve aldığımız o ilk nefes muhteşemdi doğrusu! Aliya ile ilk halleşme, onca mezar taşının ortasında tüm sadeliği ve doğallığıyla bizleri karşılayan Bilge Kral’a ilk dokunuş…

Ve bizlere zahiren bağrını açan bu önemli ufkun bâtınında gün gün derinleşmek, onu yakın dostlarından, silah arkadaşlarından ve onun izini hakkıyla süren gerçek takipçilerinden dinlemek bambaşka bir haldi. Yıllarca birlikte mücadele verdikleri, omuz omuza hapis yattıkları Prof. Dr. İsmet Kasumagiç ile mücahide eşi Azijada Hanımefendi’nin o tarihî evlerinde bir araya gelmek, Aliya ile sayısız sohbetlerin yapılıp kurtuluş planlarının irdelendiği o kutsî hanede onlarla göz göze, diz dize olmak…

İnsan nefsine bir an da olsa kendini çok önemli hissettiren şeyler bunlar! Onların sarf ettiği o derin çabanın yakınından dahi geçmiyor olsanız bile, yine de size onur veren, değer yükleyen anlar…

Ve İsmet Kasumagiç gibi tarihî bir ağızdan Mladi Müslümani’nin kuruluşunu dinlemek, isim isim ve an an o günlere gitmek, bir film sahnesinin içine yuvarlanıp sanki o yıllarda o mücadeleyi veriyormuşuz gibi bir atmosfere girip heyecan duymak…

Ertesi günlerde Mladi Müslümani’nin, içinizdeki Osmanlı ruhunu ateşleyen o tarihî binasına gitmek, oturduğu koltuğa son derece yakışan ve diri ruhuyla hitabeti insanı son derece etkileyen Anes Dzunuzoviç’ten “Genel Sekreter” sıfatı ile yeniden teşkilatın tarihçesini almak, o hararetli yıllarda adım adım ilerlemek ve hakeza son derece entelektüel bir kimlik olan Başkan Ethem Baksiç’i dinlemek, sekine taşıyan hoş sohbetiyle dinlenmek…

Sonra bir akşam yemeğinde yüz yıllık o tarihî teşkilatın, Merhamet’in davetlisi olarak o müthiş sohbet ortamını soluklamak, Başkan Hajrudin Şahiç’ten Balkan Savaşı sırasında kurulan ve dil-din ayırt etmeden savaşı etkilemiş her insana yardım elini uzatan bu büyük misyonun geçmişini öğrenmek, Bosna’nın lojistik destekteki ana sütunu ile tanışmak…

Yine aynı masada Aliya’nın silah arkadaşı Timur Numiç Bey’i dinleme şerefine ermek, Komutan Harun İmamoviç’ten Aliya’ya dair hatıralar almak… Hepsi özeldi; ecdadın zaman ve mekân ötesi bir aşıyla damarlarımıza zerk ettiği o büyük mesuliyeti yeniden anlamamızda, tartmamızda ve okumamızda işimizi kolaylaştıracak canlı birer destekti her biri.

Ayrıca o geceyi Boşnak müziği ile taçlandıran güzel insanlar, sempatik, sıcak ve doğal halleriyle şarkılara eşlik edip bizlere güzel anlar yaşatan Adnan Muftareviç, Mensur Bektiç gibi samimi dostlar harikaydılar. Ve o geceyi organize edip anlık bir rahatsızlığından dolayı o an bizlerle olamasa da on gün boyunca daima yolumuzu açan güzel insan Bekim Muftareviç… Hepsi çok içten, misafirperver ve dost gönüllüydü.

Parçaları yeniden birleşen Mostar ve Bosna’nın ulvî kaderi

Geçmişte ecdadın özenle dikip suladığı nice çiçek koparıldı, nice fide kırıp geçirildi. Onlardan biri olan Mostar ise, aynı ecdadın ahfadı tarafından hürmetle eğilip alındı düştüğü çukurdan ve şükür ki yeniden hayat buldu. Bugün Bosna’nın boynunda Osmanlı zarafetini sergileyen müthiş bir inci gibi duran Mostar, bölgenin kaderine ilişkin birçok şey söylüyor aslında lisan-ı hal ile.

 “Birileri bozacak, siz yeniden yapacaksınız! Onlar kıracak, siz tekrar onaracaksınız! Sizler yeryüzü vârislerisiniz, başkasınız! Onlar gibi olamazsınız ve hiçbir zaman da olmayacaksınız!” diyor sanki içten içe.

Ve bu hal, Bosna’nın da gizlisi, özeli, mahremi ve hatta kaderi aslında. Kırıldıkça, incitildikçe, örselendikçe yeniden dirilen bir ruh var Bosna’da. İnsanın “Bittim!” dediği yerde yeniden akış bulduğu ilginç bir maya ve buna, konuştuğumuz her insanda yeniden ve yeniden şahit oluyoruz sanki. Burası, hiç sonu gelmeyen bir Medrese-i Yusufiye!

Gazi Hüsrev Hazretleri’nin manevî huzuru altında her dönem yeni bir doğumu yaşayan ve her seferinde yeniden Kelime-i Şehadet getirerek iman tazeleyen Bosna, her kuyuya düşüşünde farklı bir hal yaşamı; ta ki Aliya ile taçlanana kadar…

Ne var ki Türkiye’den baktığımızda, “Bosna’da herkes Aliya için ölür!” diye düşündüğümüz o romantik resim hiç de gerçekçi değil. Tam da burada, tuhaf bir ironi gizli doğrusu. Zira Aliya’nın, “Bosna’yı size emanet ediyorum” cümlesine muhatap olmuş Erdoğan ve Türkiye’deki muhalifleri bir yanda, Türkiye’nin “Bilge Kral” hitabıyla sarıldığı o lidere sahip olduğu halde Aliya’yı hiç sevmeyen Boşnaklar diğer yandalar. İşte bu tuhaf ironi, aynı zamanda hakikate en çok yaklaştığımız yer de sanki! Allah sevdiği kulunu yerden yere vurur misali, Bosna’nın kaderinde de, bu iki farklı liderde de aynı hikmet gizli gibi. Çoğunun tersten okuduğu, herkesin anlamadığı, belki de anlamaması gereken tuhaf bir takvim!

“Okuyan” diriler “biz”imdir… Uyumaya vakti olmayan diriler

Ve beni en çok etkileyen güzelliklerden biri, uyuma lüksü olmadığının idrakine ermiş bilinçler oldu aslında. “Nefes” adlı filmde, nöbette uyuyan askerini “Uyursan ölürsün!” cümlesiyle sarsan o meşhur komutan düştü gözlerimin önüne ve “İşte orası, burası!” dedim kendi kendime. Daha da önemlisi, “Ey Müslümanlar! Uyanın ve çalışın!” diyen Aliya’nın izini süren gerçek insanlar tanıdım, onurlandım. Aliya üzerine yaptığı doktora teziyle Bosna’nın daha da yakından tanıdığı Doç. Dr. Admir Mulaosmanoviç onlardan biri mesela. Yaşamı hem aksiyon, hem de entelektüel kazı ile beraber yoğrulmuş diri bir ruh ve “Uyumaya vaktimiz yok artık!” diyenlerden, gözünü o gerçek ufka dikenlerden.

Adalet ve Kalkınma Teşkilatı’nın da yöneticisi olan Mulaosmanoviç, orta yaş kuşağını sembolize eden güçlü bir figür ve konuştukça Bosna’nın geleceği adına kendinizi güvende hissettiğiniz çok olgun bir bakış. Mübalağa sevmeyen, net, abartısız, gerçekçi, nitelikli gözlemleri olan ve gözü ufukta olan iyi bir entelektüel…

Bir alt kuşağa indiğinizde ise, güzel kardeşim Eldar Uka gibi gelecek vadeden çok canlı örnekler var mesela. Hepsi birbirinden kıymetli ve şuurlu olan rehber kadromuzda yer alan ve oldukça araştırmacı bir genç Eldar. Bosna çalışmamızın omurgası olan alkan Tur’un cevval kadrosunda vazife yapan yetenekli bir delikanlı ayrıca. Hem Saraybosna Üniversitesi’nde “tarih” okumuş, kendi kodlarının farkında ve aktif biri, özgüvenli ve dinamik. Eldar, kafasını internet batağında yitirmiş zombi gençliğimize hiç benzemiyor bizim. Ve her şeyden önemlisi, tam bir kitap kurdu. Her girdiği ortamdan kendini beslemek adına bir cevher çıkarabilen ehl-i keşif bir genç…

Örneğin bombalar altında kendini bütün bir yaşamı boyunca ilme adamayı başarmış özel insan Ömer Nakiçeviç’le onun sayesinde tanıştık. Bu güzel fırsatı o düşündü bizler için, zira onun rotasını çizmesinde, hamurunun karılmasında büyük payı olan biri. 90’ı aşkın yaşına rağmen İlahiyat Fakültesi’ndeki odasında harıl harıl çalışan çok nitelikli bir beyin Nakiçeviç.

Ve yaklaşık 92 yaşındaki Nimet Teyze de bu diri kadrodan. Öyle diri ki, o Türkiye’yi anlatırken bir kez daha âşık oluyorum ülkeme; o Osmanlı’yı anlatırken bir kat daha uyanıyorum sanki. Hamdım, şükrüm depreştikçe depreşiyor ve bu “Son Osmanlı”nın eteğinde olmak, onunla Mostar’da, Poçiteli Kalesi’nde, Blagaj Tekkesi’nde aynı demleri soluklamak, birlikte ilahiler söylemek, hiçbir zaman unutmayacağım tarihî bir buket olarak nakşoluyor ruhuma.

Yakamıza bir Bosna gülü takıldı bir kere

Yıllar önceydi; Alev Alatlı Hocamın Beykoz’daki çalışma odasındaydık ve kendisine Bosna ile ilgili yaptığımız teorik araştırmalardan sonra hazırladığımız metni okuyordum. Yazının orta yerinde birden ayağa fırladı ve odadan çıkıp gitti. Yanlış bir şey yazmış olabileceğimizi düşünüp korktum o an!

Tam “Nerede yanlış yaptık ki?” diye geçiriyordum ki içimden, elinde Srebrenitsa Anneleri’nin ona hediye ettiği bir “Bosna çiçeği” ile geldi ve hızla yakama taktı onu. Gözlerinden akıtırken, elleri de epeyce titriyordu…

Çok etkilenmiştim; Hasan Nuhanoviç’in hikâyesinden sonra yediğim ilk vurgun ve Alev Hanım’ın yakama taktığı o Bosna çiçeği bağlamıştı artık beni! Sanırım o gün, orada belliydi bu platonik aşkın daha çok su götüreceği.

Ve yıllar sonra Şehitlik’te ‘Srebrenitsa Anneleri’ ile göz göze geldiğimde anladım o gözyaşlarının asıl derinliğini. Ve “Umarım anlamışımdır” diyorum hâlâ içimden.

Hakikat şu ki, Bosna bizi iyiden iyiye salladı, fazlasıyla sarstı. Tecavüz mağduru hanımefendilerle olan sohbetlerimiz, Birleşmiş Milletler Karargâhı’nın duvarlarındaki o 20 yıllık kan izleri, toplu infazların yapıldığı hangarlardaki o derin ölüm sessizliği, Srebrenitsa Anneleri’nin tutup bir daha bırakmak istemediğimiz o dualı elleri, hepsi ama hepsi derûnumuzda artık. (Öyle de olması gerekiyor!) Zira bu gidişler turistik birer ziyaret değil, bize ilahî mukadderatta ciddî bir yol haritası olacak çok somut parçalar, tarihî şifreler, Âdemoğlu’nu yeni bir cahiliye sürecine hapsetmek için çift mesai yapan habis ruhlara karşı nasıl bir yol izleyeceğimizi gösteren işaretler ve çok açık mesajlar…

“Bosna’nın o zamansız suyundan bir kez içene neler neler olmaz ki” derdi içimde bir yer de, o kadar umursamazdım sanki. Artık umursuyorum ve kaçacak çok fazla yerim yok! Nöbete geçmenin o kutsî hazzını yaşıyorum. Şarkımız yeni başlıyor! Parçalar yeni birleşiyor…

Tekija-Buna-Blagaj

KültürAjanda, Ayten Çalış